Yıl 1870... Eğin’in kışın karla kapanan patika yoluna bir alternatif olacak ve kasabayı büyük kentlere bağlayacak Taş Yolu’nun yapımına başlanıyor. O dönemde, Belediye Başkanı olan Ekşizade Osman Efendi, ‘’Eğer bu yol bir gün biterse, birisi mezarımın başına gelip yolun bittiğini söylesin, ben duyarım...’’ diyor. Osman Efendi’nin karamsar olması boşuna değil. Yolun yapımı tam 130 yıl sürüyor. Tıpkı Türkler’in dağları demirle yakarak, Ergenekon’dan çıkışı gibi, kayalara tüneller açılıyor, Fırat’a inen uçurumların kenarına yollar yapılıyor. Vahşi doğanın dünyayla bağlantısını kopardığı bu kasabanın ‘’çıkmaz bir sokak’’ olmaktan kurtulmasını herkes istiyor. Çünkü yaşamak için bu gerekiyor.
Eğin’in ‘’bilge’’si, gazeteci Abdullah Ataman, uçurumun kenarından sarkarak bir duvarı gösteriyor bana; ‘’İşte babamın yaptığı duvar. Çocukken her öğlen ona yemek getirirdim...’’Taş Yolu bir de Eğinli kadınlara sorun. Onlar için bu yol, gurbeti katlanılır hale getirmiştir. Oğullar, kocalar, daha yakınlarındadır şimdi. Oysa yüzyıllardır kalplerinden ağıtlar taşmış, Fırat’ın sularına atılan dilekler boşa çıkınca, nehre gözyaşlarını akıtmışlardır. Hasretini çektiği adamın özlemi boğazında düğümlenmeyen her kadının bir türküsü vardır burada. Eğin’de her kadın doğuştan şairdir. Sarp kayalıklarla Fırat’a saygı duyarmışçasına eğilen evlerin arasında yankılanan yakarışlar birbirine benzer; ‘’dön gel ağam’’, ‘’ela gözlerini sevdiğim ağam’’, ‘’gitme ağam’’, ‘’gönderdiğin yazmayı yaktım ağam’’, ‘’beni mektupla avutma ağam...’’ Eğinli kadın, geleceğini kasabasının dışında arayan erkeğini anlamışsa da anlamamazlığa gelmiştir ve ne yapsa da hasretle yanan yüreğini susturamaz: ‘’Fırat kenarında kayık değilem/ Senden ayrılalı ayık değilem/ Bir çift selamına layık değilem/ İn gel ağam in gel, gel de gine git/ Akan gözyaşımı sil de gine git. ’’ŞİMDİ KAVUŞMAK DAHA KOLAYDiğerleri gibi dik bir yamaca yerleşmiş, Fırat’a bakan, Apçağa köyünün ahşap evlerinin üzeri, sanki hüzün belli olmasın diye sacla kaplanmış.
Yaz bitmiş, bir hayalet köye benzemiş yine burası. Zamanında kentlere göç edenler, kıyamamış, buradaki evlerini ‘’sayfiye’’ yapmışlar. Güneyde de bir yazlık ev bulunduruyorlar ama burası hep ana kucağı gibi. Yokuş aşağı, yokuş yukarı, birine rastlamak zor. Aşağıda Fırat akıyor. Tokmakları eskimiş kapısında dikilen Zeynep köyün ıssızlığından sıkılmış belli. Eğin’in ekonomisini kurtarmaya yetmeyen dut pekmezi üretimiyle de pek arası yok. Onun hasretlik bir türküsü olup olmadığını soruyorum, ‘’aman olmasın, o eskidendi...’’ diyor. Kocası inşaat ustası, ‘’kentlere göç edenler yazın gelip ahşap evlerini onarıyorlar, o zaman kocama çok iş düşüyor’’ diye açıklama yapıyor.
Bugün Eğinli kadınların pek azı ezbere biliyor o türküleri. Oysa göç yine var ama bu kez kavuşmak daha kolay.Fehmi Balcı neredeyse yarım asırdır, Kemaliye’nin ana caddesindeki otobüs firmasının dükkanından, göçü seyrediyor. Bir kez bile işine kravatsız geldiği görülmemiş. ‘’Köylerimiz geçindirmiyor’’ diyor. ‘’Aile aile gittiler. Geride hep yaşlılar kaldı. Halen İstanbul’dan para geliyor. Burada yaşayanlar, böyle geçiniyorlar. Türkiye’nin her kentinde mutlaka bir Eğinli vardır.’’ Sonra ‘’Sen İstanbul’un neresindensin?’’ diye soruyor bana. ‘’Cihangir’’ diye cevap veriyorum. ‘’Bak, Cihangir Caddesi’nde, Eğinli Ahmet Bey oturur, oğlumun Merter’de Polo dükkanı var, Beyoğlu’nda Hacı Baba’nın sahibi Recai Bey Eğinli’dir, garajın karşısındaki kasap bizim buralı, hangi birini sayayım...’’ Fehmi Bey anlattıkça, ‘’Eğinli’nin topalına Bağdat’ta rastlamışlar’’ deyişi kafamda daha netleşiyor. Sonra bir anda koltuğundan doğruluyor ve dükkanının camından İstanbul’a kalkacak otobüse binenlere bakarak, ‘’Ama er geç gelirler. Bu su, bu hava, toprak bırakmaz adamı. Zenginleşmiş olarak dönerler, köylerde hepsinin yazlıkları vardır.
Eğinliler’in gurbette para biriktirebilmiş olmalarının en önemli nedeni, birbirlerini tutmaları ve tutumlu olmalarıdır. Dayı kasaptır, yeğenini yanına çağırır, yatırır, yedirir... Bahara kadar kazanırlar, sonra da burada yerler.’’ALİ AĞA’NIN MİSAFİRHANESİ Sabah erken... Bozkurt Lokantası’nda, 70’lerinde yalnız bir adam oturuyor. Paça çorbası içiyor. Emin Duran Erol, Ermenice ismiyle bilinen Hapanos Ekreği, yani Yeşilyurt köyünden. İstanbul’da doğmuş. Babası, su ve buz satarmış. Dükkanı yanınca, oğlunu daha altı aylıkken annesiyle köye göndermek zorunda kalmış. İnekleri Sarıkız ve ahşap ambarda saklanan yiyeceklerle, altı ay süren sert kışlar geçirmişler. Babası işlerini düzeltince, yeniden kente dönmüşler. ‘’Altı yaşında ilk kez Haydarpaşa Garı’nda babamla karşılaştım. Bebek Camii’nin yanındaki ahşap kulübesinde yine buz satıyordu. Çok fakirdik. Ben de bir süre simit, su, gazete sattım. Emekli muhasabeciyim, artık buraya yerleşmeye karar verdim. İstanbul bozuldu, insanları da... Oysa burada, değişmeyen bir şey vardır, Eğin’e gelen bir yabancının duyduğu ilk sözcük ‘hoşgeldiniz’dir.’’Öyledir... Kim gelirse gelsin, birkaç Eğinli yaklaşarak ‘’Hoşgeldiniz’’ der. Her ne kadar, Munzur Dağları arasındaki, kapalı ve ırak coğrafyasında kendine dönük yaşıyor gibi dursa da Eğinliler, kalpleri açık, dünya görüşleri geniş insanlar.
Anadolu konukseverliği, burada gerçek anlamda yaşıyor. Köylerdeki evlerin bir odası hep Tanrı misafirleri için. Salihli köyünün galvaniz kaplı evlerinden birinin kapısında ‘’Ali ağanın misafirhanesi’’ yazıyor. Kapıyı çalacaksınız, sorgusuz sualsiz buyur edileceksiniz, artık hayatta olmayan Ali Ağa’nın ocağı, sedirleri olduğu gibi duruyor. Eğin’in geleneksel mimarisini görmek isteyen herkese, Belediye Başkanı Mustafa Haznedar’ın 320 yıllık evinin kapısı da açık. Mustafa Bey, 25 yıl İstanbul’da yaşadıktan sonra, Eğin’e bir borcu olduğunu düşünerek dönmüş. Eşi Ömür Hanım da buralı. Kayınpederinin kirve hediyesi, 150 yıllık, nesli tükenmiş Eğin halısının serildiği sedirli odada, bir taraftan elindeki tığ işini yaparken bir taraftan da laf lafı açıyor; ‘’Eşim ailenin tek erkek çocuğuydu, bu yüzden düğünümüz bir hafta sürdü. Köyden at üstünde geldim, Fırat’ın üzerindeki eski bir asma köprüden geçtim...’’ Haznedar çiftinin bir torunu var; adı Eğin İrem... GİTMEK Mİ ZOR KALMAK MI Eğinli kadınların hasreti bitmeden, Keban Barajı’nın yapılmasıyla köprüleri su altında kalan Eğin’e bağlı 25 köyün halkı, yıllar boyu bir köprünün özlemini çekmiş. Karşı kıyıya sallarla, sandıklarla ulaşmaya çalışırken, Fırat’ın sularında birçok hayat sönmüş. Feribotla ulaşım denenmiş ama PKK feribotu yakmış. Terör korkusundan, günbatımından sonra çalışmayan feribotu kaçıranlar sabaha kadar beklemek zorunda kalırmış. Çalmadık devlet kapısı bırakmamışlar.
22 yıl sonra, Başpınar Köprüsü’nün açılışında, çocuklar artık ergenliğe ulaşmış, yaşlılarsa ölmeden köprüden geçebildikleri için şükrediyorlarmış. 22 yıl bir köprü mü beklemek zor yoksa sevdiğinin yolunu gözlemek mi? Gurbette çocuğunun nasıl büyüdüğünü merak etmek mi zor, yoksa ayakta kalmak için kendi toprağınla mücadele etmek mi? İşte, Fırat’ın kıyısında, bir gitmek mi zor kalmak mı zor bilmecesi... Eğinli kadının cevabıysa yine kalbinde saklı:
‘’Kurban olam gözlerinin içine/ Ayrı düştüm o gidiyor gücüme/ Ela gözlerini sevdiğim ağam/ Sığmadın mı bir Eğin’in içine’’.BU KÖY O UZAKTAKİ KÖYKemaliye’ye beş kilometre mesafedeki Apçağa, buralı Cumhuriyet dönemi edebiyatçısı Ahmet Kutsi Tecer’in ‘’Uzaktaki Köy’’ şiirine ilham veren köy. Köyün girişindeki tabela bunu anlatmaya yetiyor: ‘’Orada bir köy var uzakta/ O köy bizim köyümüzdür/ Gitmesek de görmesek de/ O köy bizim köyümüzdür.’’ BOYLU PİDELER
,Apçağa, buraya has boylu pidelerin yapıldığı fırını, her gelenin çayla ağırlandığı konukevi, ahşap dükkanlardan oluşan küçük çarşısı, üzeri sacla kaplı olsa da ihtişamlı günlerini hayal edebileceğiniz taş- ahşap evleri ve Kemaliye’ye hakim köyün tepesindeki Taş Kahve’siyle, ziyaretçilerin kaçırmadığı bir yer. TOPLANAN BAĞIŞLARLA TAMAMLANDI Uzunluğu altı kilometreye ulaşan 31 tüneliyle Taş Yolu, Kemaliye- İstanbul yolunu 220 kilometre kısaltmış.
Bu yolun yapımı sırasında, bazen 20 yıl boyunca çalışmalar durmuş ancak 1993 yılında Recep Yazıcıoğlu’nun girişimleri, gurbetteki ve ilçedeki Kemaliyelileri bir araya getirmiş ve toplanan bağışlarla yolun yapımı tamamlanmış. Bu yol, devlet- vatandaş işbirliğinin güzel bir örneği. Yolun bir özelliği de açılan tünellerin her birine 5 milyar veren Kemaliyeli ve Kemaliye severlerin isimlerinin tünellerin girişine yazılmış olması.BEN OLSAYDIM BUNLARI YAPARDIM
Bir Kemaliye evinin kapısını geleneksel tokmağıyla çalmak
Fırat Nehri üzerindeki köprülerden geçmek
Karanlık Kanyon’da kayıkla dolaşmak
Taş Kahve’den Kemaliye Vadisi’ni izlemek
Divriği Ulu Camii’nin taç kapılarının taş işçiliğini incelemek
Keban Baraj Gölü’nden feribotla geçmek
Kemaliye kadınlarının hasret dolu manilerini öğrenmek
Yukarı Fırat Havzası boyunca manzaralı bir tren yolculuğu yapmak
Apçağa köyü fırınından sıcak, boylu pide alıp yemek
Fırat’a dilek atmak
Hürriyet Gazetesi / Kelebek